Eğlenceli Kafalar

The Irishman İnceleme | Neden Bu Kadar Ses Getirdi?

Martin Scorsese filmleri ile aranız nasıl? The Irishman’i sevip sevmeme anahtarı bu sorunun cevabında yatıyor bana göre çünkü.

The Irishman genel olarak Martin Scorsese’in çektiği birçok filmden bir şeyler taşıyan film.

Martin Scorsese filmlerinin bütünleşip son boss olarak karşımıza çıkmış gibi bir film. Üç buçuk saat bir de. Bu yılın en ağır bombalarından biri oldu The Irishman. Netflix’in ise şüphesiz direkt en ağır işi olmuştur.

Martin Scorsese Netflix’e film çekecek dendiğinde bu zaten başlı başına heyecan yapma sebebi olabiliyorken üstüne üstlük Robert De Niro, Al Pacino ve Joe Pesci gibi isimler de gelince artık kayış tamamen kopmuştu. Ben ise her birinin ne kadar değerli olduklarını bilsem de filmografilerinin sıkı takipçisi bile olmayacak kadar çok ilgimi çeken isimler olmadığı için “İyiymiş, çıkınca izlerim artık” dedim sadece. Yanlış anlamayın ilgimi çekiyor elbette bu düet ama hype yapacak kadar değil.

the-irishman-kennedy-assassination.jpg

Steven Speilberg’in  Olay Çıkaran Açıklaması…

Hakkında hiçbir şey araştırmadan bekledim ben de. Konusu, geçtiği dönem ve ele aldığı tema vs. tamamen habersizim. Herkes ise hype yapmaya devam ediyor. Bu hype’ın sebebi tamamen kadrosundan mı diye düşünüyordum ve hâlâ düşünürüm de. Belki biliyorsunuzdur; Steven Speilberg’in Netflix’e olan tutumunu. Netflix’in sinema olmadığını öne sürüp o mecrada yapılan filmlerin Oscar’da yeri olmaması gerektiğini söyleyince ortalığı yaygaraya verdi resmen. Gayet tepki çekti tabii. Üstüne üstlük sonradan Apple mecrası için film çekeceği de duyurulunca tam şenlik oldu. Kimisi buna iki yüzlülük dese de adam “Sinema olarak kabul etmiyorum” dedi sadece. O mecrada film çekilmez gibi bir şey demedi. Yine de gayet tepki topladı ve bunun üstüne Martin’in böyle bir şey yapması ile “Bu da sana kapak olsun bizde de Martin var” etkisi de oldu acaba heyecan için. Bilemiyorum. Her halükârda ikisi de umurumda değildi ama. Filmimi izler geçerim ben. Bir de üstüne yorumda bulunurum o kadar.

steven-spielberrg-apple-tv.jpg

Film çıkınca gayet sükse yaptı. Metacritic ortalaması 94 oldu ve izleyen çoğu kişi övüyor. Ben ise bunca şeye rağmen hype yapamıyordum. Bu iyi de bir şeydi. Neye hype yapsam çoğunlukla beklentilerim karşılanmıyor çünkü. Beklentisiz ve hatta sıkılacağım ihtimalinin daha inandırıcı gelmesi ile izledim filmimi. Nasıl mı buldum?

 

HİKAYE | Akıştaki merdivenler, diyaloglar ve karakterlerden bahsedelim.

Hikayenin ne olduğuna dair zaten bir fikrim yoktu. Beklentim tamamen ağır ağır ilerleyecek olan uzun sahnelere ev sahipliği yapan bir film idi. İyi anlamda değil. Beklenti derken zaten görmek istediğim şey mânâsında demek istemedim.

Hikayemiz filmde birçok kez kullanılacak olan The Five Satins’in In The Still of the Night parçası ile açılışını yapıyor. Robert De Niro’nun karakteri Frank Sheeran’ı baya yaşını başını almış bir vaziyette görmemiz ile başlıyor Frank kendi hikâyesini anlatmaya başlamaya. Alt tarafı 10 ya da bilemedin 20 sene civarında geriye geliyor anlatılan hikâye. Hikâyenin bu kısımları ana karakterlerden biri olan Pesci’nin karakteri Russel Buffalino’nun ufak tefek kişiliğinde yatan takıntılarını öğrenmemiz ile geçiyor. Russel karakterini önde tutan bu sahne ile Russel’ın Frank ile ilişkisinin yakın olduğunu düşünmeye başlayıp bu karakter kimin nesi de bu kadar önemli biriymiş gibi muamele görüyor ve Frank ile olan ilişkisi tam olarak ne diye merak altında bırakabiliyor. Frank’in yaptığı işi görüyoruz çünkü ondan önce. Ne için bilinmiyor ama adam öldürüyor Frank. Russel için olduğunu az çok anladıktan sonra Frank neden adam öldürüyor, kimi öldürdü, nasıl bir geçmişi var ve nasıl bu işlere düştü gibi bir takım kafanızı fazla sorgulatacak kadar ön planda olacaklarından şüphe ettiğim gizem unsurları var. Ki şüphe ettiğim şey olumsuz bir anlamda değil. Filmin çok odak noktası var çünkü. Saf gizem değil ve tam olarak öne sürdüğü şey bu da değil bence. Bu tip numaralar daha çok bana olayları işlerken anlık tempoda tutacak ufak tefek şeyler gibi geliyor. Bu tip gizemli ve gizemli olmayan birçok hadiseyi hızlı hızlı sunup cevaplandırarak olayların gidişatı sırasında sürekli farklı yerlerden yakalamayı başarabilmesi sayesinde olay örgüleri gayet akıyor.

Hikâyede bir otobanda durup sigara molası verdiklerinde Russel ile Frank’in gözleri bir benzinciye takılır ve filmimiz ikinci kez yine geçmişe doğru gider. Flashback üstüne flashback kısacası. Burası da Frank’in gençliğini (Yani gençliğinin son baharları gibi) anlatan kısımlar. Tam olarak şöyle işliyor; hikâyenin genelini anlatan yaşlı Frank var timeline olarak en ileride. Ortada da araba yolculuğu yapan yaşlanmaya başlamış Frank ile Russel ve o kısımlara doğru yol almaya başlayan da 20-30 sene öncesi. Filmin en büyük sıkıntısı sanırım tarih vermemesi. Kaç yıl öncesine geçtiğine dair bilgi verir insan en azından. Onun dışında dönemin vurucu olayları sayesinde bazı sahnelerin hangi yıllarda geçtiğini zaten çözersiniz. Kennedy olaylarının olduğu sahneler de var mesela. Bilinçli olarak mı tarih vermiyor Martin anlamadım.

The-Irishman-1.jpeg

Sonuç olarak Goodfellas ve The Wolf of the Wall Street filmindeki gibi yine anlatıcı ile akan bir film var. Bu sefer anlatıcıyı başında görebildiğimiz bir timeline var o kadar. Film daha çok Goodfellas filmi gibi hissettirdi bu arada bana. Kimisi yer yer Godfather gibi demiş ama Goodfellas denmesi yeterli olabilir bence. Goodfellas da zaten Godfather gibi hissettiriyordu. Tabii hâlâ izlemediğim birçok Martin filmi var ve bu yüzden filmde esintisini fark edemediğim önemli etmenlerin olduğuna kuvvetli ihtimal veriyorum.

Filmin hikâye anlatımı sayesinde ilk yarıda sıkmadan temiz bir şekilde izlettiriyor o yüzden. Olayları kısa kısa da anlatıyor çünkü. Bir olayı çok uzatmadan işleyip hemen hemen diğer sahneye geçiyor film. Bu o kadar çok yapılıyor ki artık sahneler arasındaki geçişler geçiş gibi gelmemeye başlayıp 3-4 sahne toplamı ile tek sahne geçmiş gibi hissettirmeye başlıyor. Bunun iyi ya da kötü bir şey olup olmaması size kalmış. Filmde çok fazla sahnenin yer alması ve bunların kısa kısa olması filmin o anlardaki çoğu anın kalıcılığını ve özel olmasını öldürüyor diye sevmemeniz mümkün. Aynı zamanda da bu sahnelerin kısa kısa temiz bir şekilde sıkmadan izlettirmesi sayesinde de sevebilecek olmanız olası. Olaylar arasındaki geçişler çok fazla olunca yarım saat sonra “Herhalde 1 saat falan geçmiştir” demiştim kendime. O kadar çok fazla olay yaşanıyor.

gallery_medium.jpg

Sahneleri kısa kese kese ilk yarısında olan biten şeyler ikinci yarı için oluşturulmuş bir merdiven havasını veriyor. Bu kısımları hızlıca tanıtalım da esas filmimize geçelim der gibi. Sanki esas film ikinci yarı itibari ile başlıyor gibi. İkinci yarısı esas yazılmış olan film gibi algılayıp ilk yarısı derinlik sağlasın diye oradan yaşanan senaryoları sonradan eklemiş gibi. Kötü bir anlamda demiyorum tabii. Esas filme birkaç ufak flashback vermek yerine sonradan ortalama uzunlukta bir film çıkacak kadar flashback yazılmış olması acaba sonradan verilmiş bir karar olabilir mi diye düşünsem de pek ihtimal veremiyorum da tabii.

Ama hem o kısımlarda yönetmenliğe dair öyle pek fazla kalıcı etki yaratacak bir çalışmanın olmaması ve ikinci yarının da daha az ve daha uzun sahnelere ev sahipliği yapıyor olması bunu düşündürtüyor bana yine de.

Filmin ilk yarısı için karakterleri ve aralarındaki ilişkiyi tanımlaması diyebiliriz. Karakterleri gayet tanıtıyor. Onlara iyice değiniyor ve nasıl biri olduklarını anlamış oluyorsunuz. Yalnız aynı şeyi aralarındaki ilişki için diyemiyorum. Karakterlerin nasıl tanıştıklarını film gösterse de aralarındaki ilişki köprüsünün temellerinin nasıl kurulduğunu ya biz göremiyoruz ya da bunu yapmakta başarısız olmuş olacak ki hemen hemen sıkı fıkı olarak görüyoruz karakterleri. Al Pacino’nun oynadığı Jimmy Hoffa karakteri ile Frank ne ara sıkı dost seviyesinde bir ilişki kurdu dedirtti bana sonuçta. Bu şöyle bir soruna yol açıyor; ikinci yarısında olan biten dramaya kayıtsız kalabilme potansiyelini.

Screen-Shot-2019-07-31-at-6.24.04-AM-1140x602.png

Daha önceden yazdığım gibi; filmin ikinci yarısı esas film ve ilk yarısı ise çok uzun bir flashback tanıtımı gibi (Tekrar yazıyorum, kötü anlamda değil). İkinci yarıda olan biten şeylerin işlemesi için ilk yarıdaki olaylar önemli. İlk yarıda eğer karakterler ile bağ kurabilirseniz ikinci yarıda bir sorun yaşamazsınız. İkinci yarısı karakter ilişkilerindeki bir takım olay ve dramalar üzerine çünkü. Ve ilk yarısında karakterlerin arasındaki güven ve dostluk bağının nasıl kazanıldığını göstermediklerinden ya da gösteremediklerinden bende bağlanma tarafı eksik kaldı. Karakterlerin dramları üzerimde hiçbir etki bırakamadı ve bu önemli bir şey çünkü film 3 buçuk saat ve ikinci yarısı da uzun gayet bu yüzden. O sebeptendir ki ben filmin ikinci yarısını daha etkisiz bulmamla beraber pek sevemedim. Biraz sıkmaya yaklaştığı anları da oldu hatta. Özellikle Jimmy karakterine “Bak yol yakınken vazgeç şu işten” dedikleri şu muhabbet çok tekrar ediyordu.

Filmin çok olay örgüsüne sahip olması ile film sizi alıp götürebiliyor tabii. Sonlara doğru gelmeye başladığınızda “Nereden başladık nereye geldik” hissiyatını verebiliyor o yüzden. Uzun bir yolculuktan dönmüşsünüz hissiyatı gibi de diyebiliriz. Eski filmlerin bana verdiği o ağır ve yoğun film hissiyatını alabildim o yüzden. O yönden mutluluk verici oldu. Uzun vakittir böyle film izlemediğim için özlediğimi fark ettim gerçekten. Irishman o konuda beni sevindirdi en çok.

Hikâyemizde gelişen olaylar ise bir amaca hizmet etmekten çok bir amaç doğuruyor ilerisi için. Kennedy suikasti gibi olayları da hikâyeye katarak hikâyenin “olay hikâyesi” boyutunu ve gerçekçiliğini arttırması ise bu yüzden keyifli kılıyor. Çünkü ortada heyecanlanmak için bir konu yok. Onun yerine filmin geçtiği tarihini canlı hissettirmesi adına bu tip hikâye elementleri ile çapını genişletmesi doğru oluyor. Zaten bir amaç ortaya çıktığında artık hikâyenin çapı 3 ana karakter üzerinde daralıyor sadece. İyi bir uyum yakalamış olduklarını söyleyebilirim hikâye anlatma yolu için. İlk yarısı cidden gayet genişten alıyor kendini. Russel karakteri filmin ilk yarısında yan karakter hissiyatı verecek kadar görünüyor ve Jimmy karakteri de filme biraz geç geliyor. Ki bunlar sorun değil zaten çünkü ikinci yarısında bu 3 ana karakteri bol bol görüyoruz. Çok hoş o yüzden.

5d3f194a100a241876700164.jpg

Filmde pek tutmadığım şey karakterler arasındaki bir takım diyaloglar. Bazı sahnelerde bu diyalogların olayı doğal bir atmosfer ortamı verebilmek adına kurulu olduğu uzun olmalarından ve plot için gerekli olmadıklarından belli oluyor. Tarantino’nun filmlerinde uyguladığı şey diyebiliriz. Kötü yapmıyor ama iyi de yaptığını yazamam. Çok ortalama bir düzeyde kalmış. Sahneler uzun olduğu için ortalama kalması ne yazık ki yetersiz kılıyor durumu. Tarantino’nun bu tarzı sanırım bu sebepten dolayı iyiyse iyidir yoksa hiç değildir.

Filmin artık kapanış kısımlarında ise direkt dramaya yöneliyor. Eğer ki bu ana kadar ana karakter ile bağ kurabildiyseniz tamamdır. Benim gibi kuramadıysanız eğer muhtemelen boş boş bakarsınız ekrana. O yüzden benim için filmin son 20-30 dakikası bir şey ifade etmedi. Bakıp duruyordum öyle. Yazdığım gibi tabii; karakter ile bağ kuramadığım için. Yoksa sahneler kötü diye değil. Sahneler yer yer iyi yer yer de eh işte yoksa.

the-irishman-netflix-TI_KS_072_rgb-1400x757.jpg

Hikâyenin kendisine gelirsem basit bulduğumu yazabilirim. Gelişen senaryo durumları çok alışıla gelmiş ve şaşırtan bir şey de olmuyor. Etkili bir yanını göremedim o yüzden hiç. Etkili olabilecek tek yanı dramatik sahneler ama yazdığım gibi; kendimi hikâyeye o kadar veremedim.

Martin’in senaryoyu anlatış şekli zaten Goodfellas ve Wolf of the Wall Street ile aynı. Onun dışında diğer filmlerinden de birçok şey barındırdığı da söyleniyor. Martin’in filmcilik anlayışına aşina iseniz çok sarmayabilir. Tabii bu filmciliğini özlediyseniz o ayrı. Beni o kadar etkilemedi sarsa da.

 

OYUNCULUK | Oyunculardaki eski dost ile uzun vakit sonra yeniden kavuşup hasret giderme havası var gibi…

Kadro olmuş Şampiyonlar Ligi. Açıkçası artık filmlerdeki oyunculuğu ele almaktan bıkmış biriyim. Fix çünkü. Hep iyi oyunculuklar. Film sektöründe eli ayağı yerinde olan filmler bu konuda faul vermiyor artık. Aşırı iyi bir oyunculuk olmadığı sürece bahsedesim gelmiyor artık.

de-niro-irishman.jpg

Robert de Niro’nun oyunculuğu sanırım zorlamıştır ama. 3 farklı zaman diliminde de boy gösteriyor sık sık çünkü. En gerideki “timeline”da yine Robert’ın oynaması başta garip geliyordu bana. Karakterin en genç hali ama yine de Robert oynuyor. Karakterin yaşı buna müsait mi diye şüphelenirken askerlik anılarını anlatmaya başlayınca “He tamam o zaman” deyip kafama oturttum. Filmin tarih ve yaş vermiyor oluşu sorun yaratabiliyor cidden. Robert bu üç farklı zaman dilimindeki karakteri oynayabilmiş mi yeterince? Sanırım. Üç farklı zaman dilimi olsa da karakter aynı. Ya karakteri böyle, ya da düzgün bir gelişim yazamamışlar ya da yazdılar da Robert hakkını verememiş. Ben oyumu ilk seçeneğe veriyorum.

19654392-7568135-image-a-60_1570972172224.jpg

Oyunculardaki eski dost ile uzun vakit sonra yeniden kavuşup hasret giderme havası bu arada. Gerçek hayatta nasıllar bilmiyorum ama benim bildiğim Al Pacino ve Robert De Niro setlerde bayağıdır ortak iş yapmadılar. Filmin kendisi o hasret giderme havasını zaten veriyor. Hikâyede de sanki karakterler olan olaylara hüzünlenmiyor da, oyuncular hasret gidermenin hüznünde gibiler. Kötü anlamda eleştirdiğim bir durum değil bu. Zaten daha çok o hissiyatı alıyor gibisin. Hikâyeden koparan bir şey değil.

Pesci’nin karakteri bence biraz daha zorlamış olabilir. En genç “timeline”ında bile 50’li yaşlarında ama dipdiri. Sonra hemen hemen artık eli ayağı o kadar tutmayan ve görünüş açısından hemen bunamış olan bir yaşlı oluveriyor. Pesci’nin bu yaşların getirdiği özellikleri karaktere katmaya başararak altından kalkmış.

Al Pacino’nun ise hem görünüş yaşı ve karakterin kişiliği de aynı olduğu için rolünün diğerleri kadar emek zarf ettirdiğini düşünmüyorum. İyi oynamış mı? Oynamış. Ama sanırım performans açısından en az kayda değer rol ana karakterler arasında.

 

YÖNETMENLİK | Martin Netflix için bu kadar fazla kasmaya değer görmemiş olabilir mi?

Martin’in yönetmenliği denince aklıma henüz gelen bir şey yok fazla filmini izlemediğim için. Aklımda kalan tek yanı sürekli hikâyesini anlatan bir ana karakter. Bir de olayları hızlı hızlı anlatma çabası. Anlatıcı bir olayı anlatırken olay sahne olarak canlanırken hemen diğer bir olaya geçebiliyor sahne olarak. Bahsettiği kısa şeyleri bile bazen sahneleyebiliyor araya serpiştirip. Bu filmde de olan o. Edit olarak kısa tutup geçiştirmesi tempoyu yormayan bir artı oluyor tabii.

image.jpg

Ama sinematografi ve çekimler dendiğinde aklıma bir şey gelmiyor. Bu filmde de ışıklandırma harici göze hoş gelen çok bir an hatırlamıyorum da. Film iyi görünüyor tabii ama Martin üst kademe bir yönetmen. O tür bir kademede bekleyeceğim sinematografi çizgisi başka oluyor ama Martin’in öyle bir vaadi oldu mu hiç filmlerinde bilmiyorum. Taxi Driver öyle filmdi ama. Kayda değer belki birkaç an görürsünüz ama büyük sıkalası olan yönetmenden yeterli olmayacağını düşüneceğim gibi film bir de üç buçuk saat. He film zaten iyi göründüğünden dolayı şikayet etmedim bu konuda ama neden sinematografi olarak çok iyi bir iş çıkaramayasın ki. Işık sayesinde bazı sahneler iyi dursa da bazı sahnelerde neden ışıklandırma yok da dedim. Olsa çok güzel görünecekmiş çünkü.

Açılarından tut, ışığı kullanıp kadraja girecek şeylere kadar titiz titiz ayarlamak için çok uzun bir film belki. Bir de Netflix filmi. Martin Netflix için bu kadar fazla kasmaya değer görmemiş olabilir. İyi çekilmiş birkaç sahne yok değil. Kameranın yavaşça hareket edip az biraz uzun olan tek çekimler gibi. Son sahne öncesi son sahneye cut yapılmadan yapılmış geçiş de bana göre yönetmenlik olarak en hatırlanası iş idi.

TheIrishmanThumbnailWEB-1024x576.jpg

Yönetmenliğine dair ele almaya iyi ya da kötü yönde değer diğer yönü de ölüm sahneleri. Filmde ölen karakterlere yapılan dram sıfır. Hiçbir montaj ya da ağır çekim ile müzik falan girmiyor. Aniden ölüveriyorlar ve bitiyor. Tarantino misali bu ölüm şekli belki daha etkili.

… SPOILER …

Frank’in istemese de Jimmy’i öldürme kararı ardından Jimmy’i hemen hemen bir şey olmamış gibi öldürmesi ilginç bir yönetmenlik seçimi. Bu sahneyi dramatik kılar normalde bir yönetmen. Çünkü bu kararın alınmaması için kendini baya zorluyordu Frank. Öldürürken ne kadar zorlanacaktır demiştim duygusal açıdan. Direkt sıktı kafaya ve yönetmenlik de o an oldu da bitti maşallah tadında sunmuş. Ve şöyle yazayım; ucuza kaçmış ölüm sahnelerinde duygusallık yerine bunu tercih etmesi o kadar da olmasa da farklı bir seçim olarak kayda değer olsa bile bu umarsızlık aslında daha bir üzebiliyor ve daha dramatik kılabiliyor sahneyi. Onca yıllık dostunu bir şey yokmuş gibi öldürüp işini halledip gitmek pek acı verebiliyor.

… SPOILER BİTTİ …

Aslında bu ölümleri benzetebileceğimiz bir film var; The Departed. Bir diğer Martin Scorsese filmi. Ölümlerin geliş şekli ve dramatik sunumun sıfır oluşu baya The Departed filmin diyebiliriz aslında.

600px-Irishman_202.jpg

Yönetmenliğin ile çokça hafızamda kalmadı kısacası. Geçişler sık. İlk yarıyı hızlı bir kurgu ile aldığı için sahnelerin kadrajları vs. çok da kafaya taktığım bir şey olmadı. İkinci yarısı itibari ile sahneler daha uzun olmaya başladığı için o vakitlerde “Daha iyi bir sinematografi ile bu sahneleri daha bir güzel sunup çekilir kılsaydı keşke” demiştim. The Master filmi daha klas çekilebilirmiş belki. Ama işte yazdığım gibi; Martin o kadar uğraşmak istedi mi.

 

MÜZİK | Godfather atmosferi var ancak ne kadar akılda kalıcı?

Filmin ilk dakikalarında Godfather havası alacak olmanız gayet normal bu arada. Çünkü ilk dakikasında çalan müzik gayet Godfather kokuyor. Başta demiştim Godfather’dan çok film aslında Goodfellas’ı daha çok andırıyor diye. Ama bu kısımlarda müzik sayesinde Godfather atmosferini andırmaya yöneltiyor resmen.

Bu kısımları geçtikten sonra filmin geneline hakim olacak olan main theme devreye giriyor ve filmi açıkçası bu parça kurtarıyor müzik bakımından.

Müzik kendi başına hoş bir müzik. Filmden sonra açıp birkaç kez üst üste arka plan olarak kullanarak dinledim. Filmde kullanımı ise düz ama etkili mi etkili. Filmin havasını olumlu yönde etkiliyor.

Bunun dışında başka akılda kalıcı müzik var mıydı diye sorarsanız yoktu. Filmin en öne çıkan tek parçası bu sanırım. Müzik filmi kurtarıyor ama çeşitlilik açısından ölü olduğu için müzik kısmı ne eksi oluyor ne de artı.

 

GENEL OLARAK

Irishman filmi Martin Scorsese sevenlere bir aşk mektubu. Eğer ki Martin’in tarzını özlediyseniz ya da zaten çokça sevdiğiniz ve hiç bıkmadığınız bir tarz ise açın izleyin. Muhtemelen baya seveceksiniz. Martin’in tarzına çok da bayılan biri olmayarak ve yeterince deneyim etmiş biri olarak kendi tarzının üzerine bir şey katmadan ele alışı o kadar sarmadı beni. Film tempolu idi o ayrı. Ha birçok filmindeki unsurları bir araya getirmiş olması az biraz farklılık katıyor kendi işleri için.

 

irish.jpg

İlgili Makaleler

Bir cevap yazın

Başa dön tuşu