Ekranların Sevdalısıyız…
Konunun sosyal medyayla direk bir bağı olmasa da ben bir süre yazılarımı bu konu başlıkları altında toplamayı tercih ediyorum. Bizi sosyal hayattan koparan her şeye sosyal medya demek ne kadar da ironik değil mi? Gittiğimiz her yerde parmaklarımızın kilitlendiği akıllı telefonlarımızı didikleme zamanı… Didikleme derken kelimenin çok sevimli olduğuna bakmayın yine eleştiri kanalından bir yazı sizlerle olacak bu da benden minik bir ip ucu olsun.
İçimizde durduramadığımız bir çocukla yaşıyoruz. Elimiz sürekli havada onu durdurmaya baskılamaya gayret ediyoruz. Daha çok küçük yaşlarda evebeyinlerimiz tarafından “Fazlası zarar.” “Buna da ne gerek var oğlummm…” cümleleriyle büyütülüyoruz. İstersen Zanzibar’ı ele alalım durum böyle, değişmiyor. Gelin görün ki bu çocuğu biz çok uzun süre içimizde baskılamaya çalıştık. Büyüyünce elde avuçta ne varsa daha yenisine yatırım yapmaya başladık. Küçükken yeni çıkan çikolatalı keklerin ikincisini alamadığımız için içimizdeki bu yenilik aşkı hiç bitmiyor. Yenilik demişken önce bu kelimeyi tanımlamamız daha doğru olur. Biz burada yenilik, gelişim kelimeleriyle uğraşaduralım insanlık Post-hümanizm, Fordizm kavramlarını ağzına ciklet yapıp anlamlarını bilmeden kullanmaya devam ededursun.
Yenilik parayla ölçülen bir hal mi aldı? Yoksa her üst model telefonlar yenilik etiketini kullanmadan fiyatlarına zam yapıyor? Yenilik kelimesi büyüdükçe büyüdü ve İngilizce de karşımıza sıkça çıkan “popular” “trend” “newness” kavramlarının içine gizlenmeyi başardı. Sosyal medya başlığı altında bu yazıyı yazmamım sebebi de sosyal medyanın bu kavramlara etkisinin kaçınılmaz olmasından kaynaklanıyor.
Sosyal medyası olmayan insanların hayatlarına bakın. Daha iyi ifade etmem gerekirse 1-2 sosyal medya hesabı olan insanları gözlemlerseniz bir telefonla daha uzun süre idare edebildiklerini göreceksiniz. Bu özellikle orta yaşa denk geliyor. Anne babalarımızın telefonları bozulmadıkça yeni telefona geçmek istediklerini görmedim, duymadım. 80’lerden itibaren biz gençler sosyal medyanın içine doğan Y ve Z kuşakları yenilik kavramını farklı bir şekilde görmeye başladık. Elimizle tutamadığımız postlar, Twitter’da “Ay tam da son cümleyi yazacaktım bak işte yarım kaldı.”
Dediğimiz twitlerimiz birer “yeniliğe” dönüştü. Gazetede okuduğumuz bir habere bakış açımız, moda dergilerindeki makyaj tekniklerini inceleme şeklimiz yenilik kavramının içinde erimeye başladı. Ama bir başka şekilde de bakabiliriz bu duruma. Yenilik kavramı da enformatif toplum düzeni içerisinde değişime uğradı. Ne ara enformatif bir topluma dönüştük? Elimizden düşürmediğimiz, bilgi akışına bağımlı olduğumuz telefonlarımız sayesinde. Bu nedenle bilgisayarımızı çok sık yenileme ihtiyacı duymazken telefonumuzu her yeni çıkan modelle değiştirmek istiyoruz. Üstüne üstlük yeni çıkan telefon modelleri de cebimizi yakmaya devam ediyor. Telefonun tasarımı mı? Bizdeki bu yenilik ihtiyacı mı bizi telefon almaya itiyor?
Her çıkan telefon teknolojinin son haliyle piyasaya sürülüyor. Kameranın pikselini yüksek, şarjını uzun kullanımlı, ekranını büyük ve cebimizde sığacak şekilde tasarlanmasını bir de hafif olmasını bekliyoruz. Bütün bu beklentilerimizi az çok karşılayan telefonları görünce cebimizdeki parayı düşünmeden kredi kartına yükleniyoruz. Çevremde asgari ücret almasına rağmen son model telefon taşıyan bir sürü insan var. Telefonlarını sosyal medyada zaman geçirmek ve çektikleri selfielerin daha kaliteli çıkmasını istedikleri için aldıklarını söylüyorlar. Hatta öyle net ve kaygısız bir cevap duyuyorsunuz ki cebindeki son kuruşu yeni telefonlara yatıran insanları dinleyince…
Geleceği için yatırım yapmayıp sosyal hayatın içerisinde statü sembolü olan telefonuyla bu insanların mutluluğuna tanık oluyorsunuz. Nietzsche’nin “Bir şeyden hoşlanmaktan söz edilir, aslında doğrusu, bu şey aracılığıyla kendinden hoşlanmaktır.” sözlerini sizlere anımsatmak isterim. Asgari maaşla çalışanların pahalı telefonlara yönelmesi de bu cümleyle açıklanabilir haliyle… Çektikleri yüksek kalitedeki selfielerin ve kendi görüntüleri üzerinde bacak incelten, yüze makyaj yapan, kasları varmış gibi gösteren uygulamaların sevdalıları olan insanlardan bahsediyoruz. Kendilerine tapma olarak narsizmle açıklayabiliriz bu eylemi.
Nietzsche de bütün eserlerinde ön plana çıkardığı narsizmi araca bağlamıştır. Ne güzel ne yerinde bir ön görüdür ki insanoğlu telefonları en büyük aracı olarak görerek kendine tapma durumunun suyunu çıkarıyor. 1850’lerde Nietzsche durumu çözmüş gibi görünüyor. Bireye en yakın olan araç iletişimini sağladığı telefonlardan başkası olamaz. “Öznenin biteviye bir biçimde kendi imgesiyle büyülendiği ve yakalandığı bir karşılaşma sahası.” Ayna yani telefonların gelişmiş kamerası buradan hareketle selfienin altında yatan nedeni gösteriyor Lacan okumalarıyla. Gelişmiş bir kameradan haberdar olunca da kullanıcılar kendilerini daha güzel hissetmek için parasal durumlarını gözden geçirmeden ürünü alıyorlar. Ayna metaforu teknolojinin gelişiminde pazarlama aracı olarak kullanılmıştır diyebiliriz. T
elefonları kullananların kaçı yazılımcı ya da mühendistir? Son model telefonlarıyla boy gösteren halka neden bu telefonları tercih ettikleri sorulduğunda kaç gb bir cihaz taşıdıkları, işlemci hızının nasıl olduğu gibi konuları bilmedikleri görülür. Ama gelin görün ki kameranın gelişmiş ve düzeltilmiş olduğuyla ilgili bilgilere sahiplerdir. Kendimizi sürekli ekranda görme hissi Andy Warhol’un da dediği o klasik cümleye göndermede bulunuyor ister istemez. “Bir gün herkes bir dakikalığına ünlü olacak.” İşte böyle bir etkisi var akıllı telefonlarımızın. Bizi sayfalarını stalkladığımız ünlülere ulaştıracağını düşünmekle geçiyor günlerimiz. Instagram’ı daha büyük görmemizi sağlayan geniş ekranlı telefonları stoklarında bitmeden almak, ilk biz kullanmak istiyoruz. Ekranların bilinçaltımızda aynalarla eşleştiğini çektiğimiz sayısız selfienin ardından ne yazık ki fark edemiyoruz. Evlerimize almayı bıraktığımız büyük uzun aynaların yerini ekranları gittikçe büyüyen telefonların aldığını söyleyebiliriz.
Egolarımızı üstüne para vererek büyüttüğümüz için çoğu zaman bizden daha akıllı telefonlarımızın gazına gelmiyoruz dersek yalan olur. “Kişi kendinden bilir işi.” Atasözüyle konuyu basitleştirmek istiyorum. Kendimizle ilgili problemi çözemeyip sorumluluğu telefonlarımızın üstüne atmayalım. Dikkat de edelim onlar bizden daha hızlı kendilerini yeniliyor, bizden hep bir tık önde olmaya devam ediyor. Genişlemeyi arzulayan ruhlarımızı geniş ekranların içine hapsetmeyelim.