Kafa Açan Yazılar

“Sin”in Kaderi

“Kendi pIanIarımızı yapıyorduk, ama kaderin de pIanIarı oIduğunu unutmuştuk.”
(Fyodor Dostoyevski)

Kaderi yaratmıştır ama, Sin’in bile bir kaderi vardır. Bu kısmı keskin. Bilirsin, aslında bir zamanlar kaderini Lilith’e bağlamıştı. Ah, Lilith! Upuzun kızıl saçları ve yeşil gözleriyle bir gece vakti aklını çelmişti. Ayışığı ile banyo yaptı, yaptıkça serpildi, olgunlaştı. Olgunlaştıkça tüketti, tükettikçe Sin güçsüzleşti. Gel zaman, git zaman Sin artık Enlil ve Ninlil yurduna yetemez oldu. Sin, gibileşti. Ne yapacağını şaşırmıştı ve ondan kaçmaya çalıştı. Lilith, kıskandı. Onu, kızıl saçlarıyla boğuyordu artık. Ve bir gün, Sin, Lilith’den vazgeçti… Ayışığını tamamen kesti ve Lilith de Kızıldeniz’ine kaçtı. Onun, cennetten ilk kovulan olduğunun ve asiliğin yaradanı sıfatını taşıdığını bilmiyordu Sin. Hele cinler doğurduğundan haberi hiç yoktu. Bilseydi, belki de hiçbir zaman ona vurulmayacaktı. Ondan kaçacaktı.

Uzun bir süre İştar, Sin’i sakinleştirmek için canını dişine taktı. Ona her zamanki gibi rehber oldu, yoldaş oldu. Lilith’den önce çok rehberliğini görmüştü, onunla dertleşir, onunla her şeyini paylaşırdı ama sonra araları açılmıştı. Marduk’la ilgilenmesi gerekiyordu zira.

Sin, bir gece vakti yine Enlil ve Ninlil yurdunu ışıtırken fesleğenlerin ve domateslerin arasında, belsuyuyla saçlarını tarayan bir güzel gördü.  Ona methiyeler döktü, kendini açtı, Lilith’den sonra ilk defa kendini özgür hissediyordu. Ayışığının en keskin hatlarıyla güzelin kulaklarındaki sellukaları okşuyordu. Onu seviyordu. Ama o gibiydi. Bu gül cümbüşü güzel, dikenlerini Sin’e batırmaktan hiç çekinmedi. Ortodoks delikanlısına vurgundu özünde, Sin bunu fark ettiğinde tutuldu  ve kaçtı kaçabildiği yere kadar. Artık Maydos muhaciriydi. Yazmıyordu, konuşmuyordu, yalnızca titriyor ve onun kadar aldatılmışları dinliyor, iki kalas bir heves oyunu şu evrende kendinin Tanrı olduğunu unutuyordu.

Sin, Arşipel’de soluklanmayı düşündü. Soluklandıkça Arşipel nefes aldı, Arşipel nefes aldıkça Sin’in nefesini karaya vurdu. Karada, Sin’den parçalar birikti. Tanrı’dan, Tanrı’yı yaşatan nefesten, çakıl taşları birikti. Sin, kendinden bir parça olanı bulmuştu. Onu tamamlayandı, nefesinden geçendi, kendisinin aynıydı, onun canıydı. Keskindi. Bir Tanrıyı, Tanrıçalardan ve güzellerden vazgeçiren Arşipel’in bahşettiği bir çakıl taşıydı. Sin’i ayıpladılar, çakıl taşını ayıpladılar, onlar kaçtıkça kovaladılar, lakin hiçbir koşulda Sin ve çakıl taşı birbirinden kopmadılar. Çünkü Sin’in önceden kader saydığı, onun yarattığı bu kavram, kendini çıkılmaz bir Matrix’in içindeki Kahin gibi ona oyunlar oynuyordu.

Gibilerden Gibi

Nasılsınız? Ben hep gibi gibiyim. Gibiler kadar muğlak, gibiler kadar erken davranılmış ve bir o kadar geç kalınmış. Neden mi gibiyim? Çünkü esasında her şey gibidir. "Kesin" kalan bir şey var mı? Keskinlik, mesela; darbe alıp körelene kadardır. Bu yüzden hep muğlak ve gibi'yiz işte... Mekan-ı daim Araf, kaldık hep bitaraf...

İlgili Makaleler

Bir cevap yazın

Başa dön tuşu