Kafa Açan Yazılar

Er Mektubu Görüldü! “Kendimi Hıyar Gibi Hissediyorum”

Sevgili çakıl taşı;

Biliyorum, yazmayalı çok uzun bir süre oldu. Fakat daha önce de belirttiğim gibi; “askerin vakti kıymetli” ve her geçen gün dakikanın aleyhime işlemesi bir tarafa, boşa geçirebileceğim -daha doğrusu istirahate harcayabileceğim- vaktim de yok denecek kadar az. Sana bu mektubu, bir nöbet arasında yazmaya çalışıyorum; sanki lise öğrencisiyim de teneffüs arasında hevesle yanına koşar gibi

Seni özlemek bir yana -yani sözüm meclisten dışarı- özlediğim diğer şeylere çok şaşıracaksın. Burada bana, pis bir ayyaş gibi sövdüğüm İstanbul’u dahi özlettiler sevgilim. Sonra, Dionysos gibi şarap içmeyi, oynamayı beceremediğim bilyelerimi, çalışma masamı, kısaca bana ait hissettiğim ne varsa – İstanbul haricinde bana ait hissettiklerimden – hepsini özledim, biliyor musun?

Daha acayip olansa, burada geçirdiğim süre içerisinde kendi değerlerimi, saygı duyduğum kişileri, güven duygumu ve sevgiyi -sana karşı olan şey sevgiden öte, bu kavram yetersiz- sorgulamaya başladım. Neden birçok şeye ölü gibi sessiz ve sağır kaldığımı anlamlandıramadığım bir tarafa, davranışlarımı bir kuklacı kontrol ediyor gibi hissetmeye başladım. Hatta ve hatta gibi değil, “keskinlikle” bir kuklacım var ve bu soysuz bu işi çok kötü yapıyor!

Sana demiştim, ben, büyük patili, büyük ve kabarık yeleli, yaldızlı bir aslan olsam dahi tasmalıyım.

Bunu daha önce sana ifade etmiştim. Daha beteri olmaya başladı iki gözüm; bu aslanı kediye boğduruyorlar! Boğdurdukları yetmiyormuş gibi, boğmasına saygı duymamı bekliyorlar.

Anlayacağın, işler iyice çığrından çıktı. Her yerde ayrı bir pembe dizi entrikası dönüyor gibi. Kime, neye, neden güveneceğimi şaşırdım. Uykusuzluğun ve vücudumuza yüklediğimiz prangaların verdiği ağırlık, bizi daha da agresifleştiriyor. Artık, hiç mi hiç normal değiliz.

Sen şahitsin, ben buraya büyük bir şevkle geldim, seni bıraktım da geldim, ailemi, yeğenlerimi, can dostlarımı birbirine emanet edip de atılarak geldim bu vazifeye. Fakat burada yaşadıklarımdan sonra, bunu sorgulamaya başladım.

Jandarma… Kanun ordusu… Adalet… Hah! Küçücük karakolda aslan kediye boğdurulurken ses etmeyenler, ilçede ne yapar Tanrı bilir! Zaten bana kalsa; en büyük “gibilerden” biri jandarma.

Ne asker, ne polis. Daima Araf’ta. Burada bile nasibime “gibilik” kaptım. Bu körlükle ilerleyen bu karakolda; adaletin, kanunun, nizamın sulhün ve asaletin tecelli edebileceğini düşünmüyorum.

Can dostum, en büyük sırdaşım…

Cidden, kendimi hıyar gibi hissediyorum. Ne umduysam zıttıyla karşılaştım. Demek ki Tanrı da böyle oynamayı seviyor!

Her neyse. Kısa bir süre oldu fakat yaşlanmaya başladığımı hissediyorum özellikle saçlarım, dişlerim ve gözlerim bunu bana sürekli hatırlatıyor. Yıprandım, ne kadar bunu sürdürebilirim bilmiyorum.

Seni seviyorum çakıl taşı.

Bekle beni, elbet kulağına Yemen Türküsü okuyacağım.

“Sin” ya da “gibilerden gibi”

Gibilerden Gibi

Nasılsınız? Ben hep gibi gibiyim. Gibiler kadar muğlak, gibiler kadar erken davranılmış ve bir o kadar geç kalınmış. Neden mi gibiyim? Çünkü esasında her şey gibidir. "Kesin" kalan bir şey var mı? Keskinlik, mesela; darbe alıp körelene kadardır. Bu yüzden hep muğlak ve gibi'yiz işte... Mekan-ı daim Araf, kaldık hep bitaraf...

İlgili Makaleler

Bir cevap yazın

Başa dön tuşu